Some text in the modal.
Kürt siyaseti ve Türkiye Solu -bu ikisi birbirinden ayrılmış şeyler midir meselesi ayrı konu- Ankara'da buluştu. Çağrıcıların imzaladığı resmi çağrı metinde "içinden geçtiğimiz şu süreçte" demokratik ve özgürlükçü talepler için siyasal iktidar üzerindeki baskının yoğunlaştırılması ve güçlerin birleştirilmesi konusuna vurgu yapılıyordu. Gayrı resmi olarak ise toplantı, bir süredir lafı açıkça edilmeyen, kenarından geçilen bir kaç "meseleye" çözüm üretir miyiz sorusunu cevaplamaya çalışıyordu.
Sol'un bir çok kanadının süreçle ilgili endişeleri, Kürt siyasetini, doğası gereği pek de şeffaf işleyemeyen müzakere sürecinde biraz -yani sanırım- yalnız bıraktı. Ankara'daki toplantı, bana öyle geldi ki, bir tür "Küs müyüz paşam?" toplantısıydı. Bir güven tazeleme, endişeleri giderme ve Kürt siyasetinin "Bize güvenin, tehlikelerin farkındayız" deme toplantısıydı.
İlkinden sonuncusuna Konferans
Gültan Kışanak'ın, alınan basına kapalılık kararından dolayı burada yazamayacağım konuşması bu bakımdan son derece net ve berraktı. Açılışta Yazar Murathan Mungan'ın yaptığı şahane konuşma ne kadar gönlümüzün kapısını açtıysa sanırım Kışanak'ın konuşması da konuşulmayanın kapısını aynı zerafetle araladı.
Toplantı boyunca aklım, yıllar önce yapılan ilk Barış Konferansı'na gitti. Bedeli Hrant'ı kaybetmek olan toplantı...
O Konferans'ta hala Türkiye Solu -biraz üstten bir biçimde- Kürt siyasetinin silahla ilişkisini sorguluyordu. Konuyla ilgili yıllarca yapılan bütün toplantılarda olduğu gibi "Şiddetle aranıza mesafe koydunuz mu, koymadınız mı?" sorusu soruluyordu Kürt siyasetçilere. Bu Barış Konferansı'nda durum daha netti. Zaten Konferans Abdullah Öcalan'ın ifade ettiği bir yol haritasının ilk basamağıydı. Sürecin toplumsallaştırılması için bir safha. İkincisi, her ne kadar çağrıcıları çeşitli kesimlerden muteber isimler olsa da Kürt siyasetçileri açıkça evsahibiydi.
"Bizsiz başladınız paşam!"
Enteresan noktalardan biri şuydu:
İlk Konferans'ta Türkiye siyasetine yön verme iradesi, niyeti ve motivasyonu varken bu toplantıda -belki bana öyle geldi- katılımcılarda "Biz neyi etkileyebiliriz ki?" ya da "Bize ihtiyaç mı var ki bu süreçte?" gibi bir tereddüt vardı. Kürt siyaseti "Sizsiz olmaz" diyor, Sol siyaset temsilcileri "E zaten bizsiz yürütüyorsunuz" diyordu. Üstelik bu kez siyasal iktidar "barışın" önünde bir engel olarak durmuyorken böyleydi bu. Toplantının ilk gününde genel duygu buydu biraz.
Benim kendim için çıkardığım sonuç ise şimdilik şu:
Evet, Sol, barışın, müzakerenin, sürecin tarafıdır, aktörüdür. Şu anda fiziksel olarak masada oturmuyor olsa bile öyledir. Zira bugün, hükümetin "barış seferberlik emri" ile başlayan süreçte bir günde barış yanlısı olmuş insanların bile kullandığı dil, Sol tarafından, yıllarca süren toplantılarda üretilmiştir. Bizim sözlerimiz sarf ediliyorsa biz zaten o masayadayızdır. O masadaki dilin "silahsızlanma müzakereleri" olmaktan çıkıp barış süreci olabilmesi için Sol'un barış diline, kendi diline, sözlerine sahip çıkması gerekir. Bu, birincisi.
Biz ne yapacağız?
İkincisi, evet Sol susmamalı, konuşmaya devam etmeli. Zira ülke, barış sürecini destekleyen ve bence azınlıkta kalan kesimin dışında şovenizmin, ırkçılığın, etnik ve mezhep ayrımcılığının yükseldiği bir dönemden geçiyor. Sokakta, ortalama insanın dünyasında Aleviler, Kürt açısından düne göre daha tehlikeli bir noktadayız. Eğer siyasal iktidar seçim öncesi yükselen bu Şoven, radikal milliyetçi, ırkçı dalgayı arkasına almaya kalkarsa bunun karşısında sadece Sol durur. Hatırlarsınız Hrant öldürüldükten sonra yapılan seçimlerde AKP'nın reklam panolarında "tek millet, tek bayrak" sloganı vardı. Aynı şeyin yine olmaması için bir sebep göremiyorum. Bu ihtimale karşı Sol, suskunluğunu bir kenara bırakıp sürece aktif olarak dahil olmaya çalışmalı. Ancak bu şekilde süreç, iki silahlı güç arasında, bölgesel faktörlerle belirlenen pragmacı, konjonktürel bir manevra olmaktan çıkıp toplumsallaşmış bir müzakere haline gelebilir.
NATO'nun ikinci büyük ordusuna karşı 30 yıldır silahlı mücadele veren ve hala varolabilen bir silahlı hareketin durumu getirebildiği nokta budur. Bölgesel koşulların açtığı bir kapı aralığını kullanmasında şaşırtıcı bir yan da yoktur. Gerisi sanırım bizim işimiz. Nihayet barış ve demokrasi AKP'ye bırakılmayacak kadar hassas bir konu.
Kürt siyasetinin de sanırım eleştiriler karşısında daha az hassas olması iyi olabilir. Zira en büyük bedeli ödemiş olabilirler ama bedel ödeyenler sadece onlar değildiler. Türkiye Solu'nun onların yanında durarak dile getirdiği endişeleri ve eleştirileri bir dost sözü olarak algılamaya gayret etmeliler. Çünkü bu Kürtlerin barışı değil sadece. Bu hepimizin barışı. Öyle olsun istiyoruz.
İyi oldu bu Konferans işi, ezcümle. Böylece sormuş olduk birbirimize "Küs müyüz paşam?" Bence değiliz. Sadece biz, Kürtler de Türkler de en çok sevdiğini döven bir toprağın, tek toprağın çocuklarıyız. Bunun için önceki gün salona bakmak yeterliydi. Çağrılan herkes icabet etmişti. Zaten bu bile yeterli cevaptı. "Küs müyüz paşam?" diye sorana, "Küsüz" demeyecek kadar hukukumuzun olduğunu, hep olacağını gösteriyordu.
Mühim not: Gazetemiz yazarı, sevgili dostum Ümit Alan tatlı bayan Esin'le evlendiği ve beni de nikah şahidi yazmak gibi bir şaşkınlık yaptığı için Konferans'ın ikinci gününe iştirak edemedik. Bu izlenimler birinci günden kalanlardır... Bu vesileyle, Ümit ve Esin'e kendi "süreçlerinde" başarılar dilerim! Diego'nun Frida Kahlo'ya söylediği gibi evlilik kurumunun sefaleti ortadayken hala evleniyor olmak devrimci bir girişimdir! Selametle...
Kürt siyaseti ve Türkiye Solu -bu ikisi birbirinden ayrılmış şeyler midir meselesi ayrı konu- Ankara'da buluştu. Çağrıcıların imzaladığı resmi çağrı metinde "içinden geçtiğimiz şu süreçte" demokratik ve özgürlükçü talepler için siyasal iktidar üzerindeki baskının yoğunlaştırılması ve güçlerin birleştirilmesi konusuna vurgu yapılıyordu. Gayrı resmi olarak ise toplantı, bir süredir lafı açıkça edilmeyen, kenarından geçilen bir kaç "meseleye" çözüm üretir miyiz sorusunu cevaplamaya çalışıyordu.
Sol'un bir çok kanadının süreçle ilgili endişeleri, Kürt siyasetini, doğası gereği pek de şeffaf işleyemeyen müzakere sürecinde biraz -yani sanırım- yalnız bıraktı. Ankara'daki toplantı, bana öyle geldi ki, bir tür "Küs müyüz paşam?" toplantısıydı. Bir güven tazeleme, endişeleri giderme ve Kürt siyasetinin "Bize güvenin, tehlikelerin farkındayız" deme toplantısıydı.
İlkinden sonuncusuna Konferans
Gültan Kışanak'ın, alınan basına kapalılık kararından dolayı burada yazamayacağım konuşması bu bakımdan son derece net ve berraktı. Açılışta Yazar Murathan Mungan'ın yaptığı şahane konuşma ne kadar gönlümüzün kapısını açtıysa sanırım Kışanak'ın konuşması da konuşulmayanın kapısını aynı zerafetle araladı.
Toplantı boyunca aklım, yıllar önce yapılan ilk Barış Konferansı'na gitti. Bedeli Hrant'ı kaybetmek olan toplantı...
O Konferans'ta hala Türkiye Solu -biraz üstten bir biçimde- Kürt siyasetinin silahla ilişkisini sorguluyordu. Konuyla ilgili yıllarca yapılan bütün toplantılarda olduğu gibi "Şiddetle aranıza mesafe koydunuz mu, koymadınız mı?" sorusu soruluyordu Kürt siyasetçilere. Bu Barış Konferansı'nda durum daha netti. Zaten Konferans Abdullah Öcalan'ın ifade ettiği bir yol haritasının ilk basamağıydı. Sürecin toplumsallaştırılması için bir safha. İkincisi, her ne kadar çağrıcıları çeşitli kesimlerden muteber isimler olsa da Kürt siyasetçileri açıkça evsahibiydi.
"Bizsiz başladınız paşam!"
Enteresan noktalardan biri şuydu:
İlk Konferans'ta Türkiye siyasetine yön verme iradesi, niyeti ve motivasyonu varken bu toplantıda -belki bana öyle geldi- katılımcılarda "Biz neyi etkileyebiliriz ki?" ya da "Bize ihtiyaç mı var ki bu süreçte?" gibi bir tereddüt vardı. Kürt siyaseti "Sizsiz olmaz" diyor, Sol siyaset temsilcileri "E zaten bizsiz yürütüyorsunuz" diyordu. Üstelik bu kez siyasal iktidar "barışın" önünde bir engel olarak durmuyorken böyleydi bu. Toplantının ilk gününde genel duygu buydu biraz.
Benim kendim için çıkardığım sonuç ise şimdilik şu:
Evet, Sol, barışın, müzakerenin, sürecin tarafıdır, aktörüdür. Şu anda fiziksel olarak masada oturmuyor olsa bile öyledir. Zira bugün, hükümetin "barış seferberlik emri" ile başlayan süreçte bir günde barış yanlısı olmuş insanların bile kullandığı dil, Sol tarafından, yıllarca süren toplantılarda üretilmiştir. Bizim sözlerimiz sarf ediliyorsa biz zaten o masayadayızdır. O masadaki dilin "silahsızlanma müzakereleri" olmaktan çıkıp barış süreci olabilmesi için Sol'un barış diline, kendi diline, sözlerine sahip çıkması gerekir. Bu, birincisi.
Biz ne yapacağız?
İkincisi, evet Sol susmamalı, konuşmaya devam etmeli. Zira ülke, barış sürecini destekleyen ve bence azınlıkta kalan kesimin dışında şovenizmin, ırkçılığın, etnik ve mezhep ayrımcılığının yükseldiği bir dönemden geçiyor. Sokakta, ortalama insanın dünyasında Aleviler, Kürt açısından düne göre daha tehlikeli bir noktadayız. Eğer siyasal iktidar seçim öncesi yükselen bu Şoven, radikal milliyetçi, ırkçı dalgayı arkasına almaya kalkarsa bunun karşısında sadece Sol durur. Hatırlarsınız Hrant öldürüldükten sonra yapılan seçimlerde AKP'nın reklam panolarında "tek millet, tek bayrak" sloganı vardı. Aynı şeyin yine olmaması için bir sebep göremiyorum. Bu ihtimale karşı Sol, suskunluğunu bir kenara bırakıp sürece aktif olarak dahil olmaya çalışmalı. Ancak bu şekilde süreç, iki silahlı güç arasında, bölgesel faktörlerle belirlenen pragmacı, konjonktürel bir manevra olmaktan çıkıp toplumsallaşmış bir müzakere haline gelebilir.
NATO'nun ikinci büyük ordusuna karşı 30 yıldır silahlı mücadele veren ve hala varolabilen bir silahlı hareketin durumu getirebildiği nokta budur. Bölgesel koşulların açtığı bir kapı aralığını kullanmasında şaşırtıcı bir yan da yoktur. Gerisi sanırım bizim işimiz. Nihayet barış ve demokrasi AKP'ye bırakılmayacak kadar hassas bir konu.
Kürt siyasetinin de sanırım eleştiriler karşısında daha az hassas olması iyi olabilir. Zira en büyük bedeli ödemiş olabilirler ama bedel ödeyenler sadece onlar değildiler. Türkiye Solu'nun onların yanında durarak dile getirdiği endişeleri ve eleştirileri bir dost sözü olarak algılamaya gayret etmeliler. Çünkü bu Kürtlerin barışı değil sadece. Bu hepimizin barışı. Öyle olsun istiyoruz.
İyi oldu bu Konferans işi, ezcümle. Böylece sormuş olduk birbirimize "Küs müyüz paşam?" Bence değiliz. Sadece biz, Kürtler de Türkler de en çok sevdiğini döven bir toprağın, tek toprağın çocuklarıyız. Bunun için önceki gün salona bakmak yeterliydi. Çağrılan herkes icabet etmişti. Zaten bu bile yeterli cevaptı. "Küs müyüz paşam?" diye sorana, "Küsüz" demeyecek kadar hukukumuzun olduğunu, hep olacağını gösteriyordu.
Mühim not: Gazetemiz yazarı, sevgili dostum Ümit Alan tatlı bayan Esin'le evlendiği ve beni de nikah şahidi yazmak gibi bir şaşkınlık yaptığı için Konferans'ın ikinci gününe iştirak edemedik. Bu izlenimler birinci günden kalanlardır... Bu vesileyle, Ümit ve Esin'e kendi "süreçlerinde" başarılar dilerim! Diego'nun Frida Kahlo'ya söylediği gibi evlilik kurumunun sefaleti ortadayken hala evleniyor olmak devrimci bir girişimdir! Selametle...