Some text in the modal.
Ev...
Ece Temelkuran
Dünyanın en sakin şehirlerinden biri olduğu için Brüksel’den geçen yıl yapılan yazar evi teklifini kabul etmiştim. Gideyim kafa dinleyeyim, yeni romanı yazmaya başlayayım diye düşünerek. Gel gör ki benim şehre varacağım günün iki gün öncesinde gezegenin neredeyse en sıkıcı şehri Brüksel, aniden dünyanın terör başkentine dönüşmüş gibi görünüyor. Siz bu yazıyı okuduktan beş altı saat sonra ordu ve polis ablukasındaki şehre doğru yola çıkmış olacağım. Davet sahiplerine telefonda ertelemeyi teklif ettim, güvenlik çekincelerimi sanki İsviçre doğumlu bir yazarmışçasına dile getirmeye çalıştım, ama, nasıl desem, kandıramadım. Sonuç olarak “gün geçmiyor ki bir terör eylemi yaşanmasın” memleketi Türkiye’de yaşayan birinin pimpirikli olduğuna kim inanır! Gidiyoruz hasılı. Muhtemelen daha önce bir kaç kez olduğu üzere pasaport memurlarıyla ufak çaplı bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Romanlarımın konuları, nerelerde basıldıkları vesaire üzerine, ayaküstü tatlı bir toplantı. Yüzü duvar gibi olan bir pasaport memuruna Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı anlatmaya çalışın, çok şeker oluyor.
Brüksel’de yaşayacağım pasaport söyleşisini düşünüp kendi kendime sinir olurken fark ettim ki mesele Brüksel’deki abluka filan değil. Canım artık herhangi bir yere gitmek istemiyor. Evde oturayım, kar yağsın, dışarı çıkamamamın meşru gerekçesi olsun, okuyayım, durayım, camdan bakayım, hırka giyeyim, kediye yemek vereyim, kimse gelmesin, kimse dert anlatmasın... Yorulmak diye bir şey varmış yani, inanır mısın!
Kırk iki yaş, o yaşa gelinceye kadar ancak başkalarının, mesela teyzelerin ve amcaların gelebileceği bir yaş gibi görünüyor. Bir yere gitmek istememek, yorulmak, artık hiçbir şeyin pek de öyle enteresan gelmemesi, insanlardan sıkılmak, yeni insan tanımak istememek eskiden sadece depresyon belirtisi olabilecekken şimdi normal hayatın normal duygusu. Azıcık heyecanla beklediğim tek şey, kitap Çin’de çıktığında, muhtemelen bu baharda, oraya gitmek bir de mümkünse Sibirya Ekspresi seyahatini sevdiğimle sakin bir biçimde yapmak. Bu kadar. Esasen başkaca bir yere ne gitmek istiyorum ne de başka insanları merak ediyorum. İyi mi!
Bunları niye anlatıyorum? Şundan:
Bu dergiyi genç insanların okuduğunu varsayıyorum. Genç kardeşim, benden sana tavsiye, benim gibi yirmilerinde kendini parçalama. Bütün kıtalarda fink atma. Bütün kitapları okumaya çalışıp bütün yazıları yazmaya çalışma. Fazladan yaşama. Hayatı lüzumundan fazla ciddiye alma. Zira sonra yorgunluk geliyor ve bunun tedavisi yok. Yorgunluğun en dermansız tarafı da her şeyi sıkıcı bulmak. İnsanları, olayları, karşılaşmaları, şehirleri, toplantıları, konuşmaları, yeni yerleri... Her şeyi!
Gerçek bir nine gibi konuşuyor olma ve bu hafta bu yazıya bastonlu bir Ece karikatürünün eşlik etmesi riskini göze alarak söylüyorum:
Şu anda bana en heyecanlı gelen şey hadisesiz bir yerde kitap okuyor olmak. Belki bir de ağaçların ve yenebilir otların isimlerini öğrenmek. Sizi en heyecanlandıran şey doğa olmaya başlamışsa kesinlikle yaşlanmışsınız demektir bana sorarsanız. Ben de o yüzden artık kendimi ihtiyar olarak görüyorum. Üstelik aksi bir ihtiyar. Çünkü insanlar beni sevsin, onaylasın, hoşa gideyim, beni tanısınlar diye bir kalori bile enerji harcayacak isteğim ve takatim yok. Bu motivasyonun en “Ben böyleyim, sevmeyen sevmesin” diyen insanın bile hayatında ne kadar çok yer kapladığını anlatmaya gerek yok herhalde. Gezegen üzerindeki herhangi bir insan için şapkadan tavşan çıkarmaya üşenmek herhalde ihtiyarlamanın başlangıcı olmalı. Bunu hissetmeye başladığınız zaman ihtiyarlığınızın ilk gününü yaşıyorsunuz demektir.
Hiç koşuya çıktınız mı bilmiyorum. Benim gibi süper amatör koşucuların yaptığı bir hata vardır. Nefesini ayarlayamamak. 15 dakika koştuktan sonra durmak zorunda kalmak ve biraz önce koşarak geçtiğiniz yürüyüşçülerin size acıyarak bakarak yanınızdan geçip gidişlerini izlemek. Şimdi hayatta da köp köh öksürerek yanımdan geçip gidenlere zoraki gülümsemeye çalışıyorum.
Şimdiye kadar gerçek anlamda bir evim hiç olmadı. Çeşitli kıtalarda, genellikle de belalı yerlerde kendime kısa süreli meskenler tuttum. Her kıtada dört gün içinde ev kurabilirim, süper antremanlıyım. Ama ev, geri dönülecek bir yer, bağlı olduğum, vazgeçemeyeceğim bir mekan olmamıştı. Artık olsun istiyorum. “Çıkmayalım dışarı, evde kalalım” diyeceğim bir yer. Telefonlarını açmayacağım bir ev. Brüksel’de bir bomba patlayıp da başıma saçma sapan bir şey gelmezse planım budur yani. Otlara, ağaçlara bakan aksi bir ihtiyar olmak. Bence şahane bir plan. Çok heyecanlı bir plan. Bu kadar...
Memuru istifa etmeden önce hırsından bütün kayıtları karıştırıp öyle gitmiş bir müze gibi içim. Karmakarışık olmuş tarihi kalıntılarla dolu bir müze bu. Genç gazeteciyken sorduğum soruları cevap vermeyen, verse de beni geçiştiren ihtiyarları şimdi anlıyorum. Bir saatten sonra anlatılamayacak kadar uzuyor hikaye. Sadece bir evde kendi kendine durmak istiyorsun. Nezaketen gülümsemek bile akıl almaz yorucu görünüyor insanın gözüne... Evde durmak istiyorsun, gülümsemek zorunda olmadığın o yerde...
Ev...
Ece Temelkuran
Dünyanın en sakin şehirlerinden biri olduğu için Brüksel’den geçen yıl yapılan yazar evi teklifini kabul etmiştim. Gideyim kafa dinleyeyim, yeni romanı yazmaya başlayayım diye düşünerek. Gel gör ki benim şehre varacağım günün iki gün öncesinde gezegenin neredeyse en sıkıcı şehri Brüksel, aniden dünyanın terör başkentine dönüşmüş gibi görünüyor. Siz bu yazıyı okuduktan beş altı saat sonra ordu ve polis ablukasındaki şehre doğru yola çıkmış olacağım. Davet sahiplerine telefonda ertelemeyi teklif ettim, güvenlik çekincelerimi sanki İsviçre doğumlu bir yazarmışçasına dile getirmeye çalıştım, ama, nasıl desem, kandıramadım. Sonuç olarak “gün geçmiyor ki bir terör eylemi yaşanmasın” memleketi Türkiye’de yaşayan birinin pimpirikli olduğuna kim inanır! Gidiyoruz hasılı. Muhtemelen daha önce bir kaç kez olduğu üzere pasaport memurlarıyla ufak çaplı bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Romanlarımın konuları, nerelerde basıldıkları vesaire üzerine, ayaküstü tatlı bir toplantı. Yüzü duvar gibi olan bir pasaport memuruna Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı anlatmaya çalışın, çok şeker oluyor.
Brüksel’de yaşayacağım pasaport söyleşisini düşünüp kendi kendime sinir olurken fark ettim ki mesele Brüksel’deki abluka filan değil. Canım artık herhangi bir yere gitmek istemiyor. Evde oturayım, kar yağsın, dışarı çıkamamamın meşru gerekçesi olsun, okuyayım, durayım, camdan bakayım, hırka giyeyim, kediye yemek vereyim, kimse gelmesin, kimse dert anlatmasın... Yorulmak diye bir şey varmış yani, inanır mısın!
Kırk iki yaş, o yaşa gelinceye kadar ancak başkalarının, mesela teyzelerin ve amcaların gelebileceği bir yaş gibi görünüyor. Bir yere gitmek istememek, yorulmak, artık hiçbir şeyin pek de öyle enteresan gelmemesi, insanlardan sıkılmak, yeni insan tanımak istememek eskiden sadece depresyon belirtisi olabilecekken şimdi normal hayatın normal duygusu. Azıcık heyecanla beklediğim tek şey, kitap Çin’de çıktığında, muhtemelen bu baharda, oraya gitmek bir de mümkünse Sibirya Ekspresi seyahatini sevdiğimle sakin bir biçimde yapmak. Bu kadar. Esasen başkaca bir yere ne gitmek istiyorum ne de başka insanları merak ediyorum. İyi mi!
Bunları niye anlatıyorum? Şundan:
Bu dergiyi genç insanların okuduğunu varsayıyorum. Genç kardeşim, benden sana tavsiye, benim gibi yirmilerinde kendini parçalama. Bütün kıtalarda fink atma. Bütün kitapları okumaya çalışıp bütün yazıları yazmaya çalışma. Fazladan yaşama. Hayatı lüzumundan fazla ciddiye alma. Zira sonra yorgunluk geliyor ve bunun tedavisi yok. Yorgunluğun en dermansız tarafı da her şeyi sıkıcı bulmak. İnsanları, olayları, karşılaşmaları, şehirleri, toplantıları, konuşmaları, yeni yerleri... Her şeyi!
Gerçek bir nine gibi konuşuyor olma ve bu hafta bu yazıya bastonlu bir Ece karikatürünün eşlik etmesi riskini göze alarak söylüyorum:
Şu anda bana en heyecanlı gelen şey hadisesiz bir yerde kitap okuyor olmak. Belki bir de ağaçların ve yenebilir otların isimlerini öğrenmek. Sizi en heyecanlandıran şey doğa olmaya başlamışsa kesinlikle yaşlanmışsınız demektir bana sorarsanız. Ben de o yüzden artık kendimi ihtiyar olarak görüyorum. Üstelik aksi bir ihtiyar. Çünkü insanlar beni sevsin, onaylasın, hoşa gideyim, beni tanısınlar diye bir kalori bile enerji harcayacak isteğim ve takatim yok. Bu motivasyonun en “Ben böyleyim, sevmeyen sevmesin” diyen insanın bile hayatında ne kadar çok yer kapladığını anlatmaya gerek yok herhalde. Gezegen üzerindeki herhangi bir insan için şapkadan tavşan çıkarmaya üşenmek herhalde ihtiyarlamanın başlangıcı olmalı. Bunu hissetmeye başladığınız zaman ihtiyarlığınızın ilk gününü yaşıyorsunuz demektir.
Hiç koşuya çıktınız mı bilmiyorum. Benim gibi süper amatör koşucuların yaptığı bir hata vardır. Nefesini ayarlayamamak. 15 dakika koştuktan sonra durmak zorunda kalmak ve biraz önce koşarak geçtiğiniz yürüyüşçülerin size acıyarak bakarak yanınızdan geçip gidişlerini izlemek. Şimdi hayatta da köp köh öksürerek yanımdan geçip gidenlere zoraki gülümsemeye çalışıyorum.
Şimdiye kadar gerçek anlamda bir evim hiç olmadı. Çeşitli kıtalarda, genellikle de belalı yerlerde kendime kısa süreli meskenler tuttum. Her kıtada dört gün içinde ev kurabilirim, süper antremanlıyım. Ama ev, geri dönülecek bir yer, bağlı olduğum, vazgeçemeyeceğim bir mekan olmamıştı. Artık olsun istiyorum. “Çıkmayalım dışarı, evde kalalım” diyeceğim bir yer. Telefonlarını açmayacağım bir ev. Brüksel’de bir bomba patlayıp da başıma saçma sapan bir şey gelmezse planım budur yani. Otlara, ağaçlara bakan aksi bir ihtiyar olmak. Bence şahane bir plan. Çok heyecanlı bir plan. Bu kadar...
Memuru istifa etmeden önce hırsından bütün kayıtları karıştırıp öyle gitmiş bir müze gibi içim. Karmakarışık olmuş tarihi kalıntılarla dolu bir müze bu. Genç gazeteciyken sorduğum soruları cevap vermeyen, verse de beni geçiştiren ihtiyarları şimdi anlıyorum. Bir saatten sonra anlatılamayacak kadar uzuyor hikaye. Sadece bir evde kendi kendine durmak istiyorsun. Nezaketen gülümsemek bile akıl almaz yorucu görünüyor insanın gözüne... Evde durmak istiyorsun, gülümsemek zorunda olmadığın o yerde...