Some text in the modal.

ECE TEMELKURAN
TR EN
  • Kitaplar
  • Yazılar
  • Ece
  • Medya
    • Fotoğraflar
    • Videolar
    • Fotoğraflar
    • Videolar
  • Tr
  • En
  • Hoşnutsuzluğumuzun Kışıdır Artık..

    Hoşnutsuzluğumuzun kışıdır artık...

    Ece Temelkuran

    Sarayların kapısına, evet hepsinin, “Seni sevmeyen ölsün” yazmalılar. Çünkü sarayların tek gerçeği budur. Çünkü bir yapıya “saray” adı verildikten itibaren yapının etrafında bir yaşam kurulmaya başlar.

    Soytarılar gelir uzak diyarlardan, herkes numarasını çeker büyük gayretle. Saraylar bu yüzden çok eğlencelidir. Güldürmezse ölecek soytarıların kan ter içinde kalmasıyla eğlenebilen insanlar var olabilirler içeride. Evet, ancak onlar gülebilirler insanların korkularına.

    Saray denen heyulanın dönmesi için köleler toplaşır bahçede, nereye yürüyeceklerini bulamamanın yorgunluğuyla bir yörünge arayan yıldız kırıkları gibi sallanırlar ortalıkta. Bir ekmek parçasına sevinen insanların sevinciyle memnun olanlar yönetirler işini sarayların.

    Vezirler, bilginler, ulemalar, bütün palavra bilgeliklerini, bütün o mühim ciddiyetlerini geçirip sırtlarına gelirler. Kim daha kanlı, daha şüpheli, daha korkunç bir yöntem önerirse, baş vezirliğe o seçilir. Çünkü kralların tahtları korkunun en parlak mücevherleriyle kurulur. Kim en çok kandan söz ederse en çok onun sesi duyulur tahttan.

    Saray, bir gemi batığı gibidir. Yoksul evlerin küçük hayalleri, küçük insanların büyük umutları yıkılınca hep birlikte, tek bir saray eder suyun dibinde. Bu yüzden senin benim gibi insanların sarayın kapısından girebilmek için nefesini tutması gerekir ya da bir balık kadar unutması bildiklerini. Yalan ve zulüm deryasında solungaç geliştirebilecek kadar becerikli olanlar kalabilir orada hayatta.

    Bir kere saray kurulduktan sonra yıkması güç. Çünkü korku ve tiksinti kadar hayranlık ve imrenme de yaratır saray denen nesne. Ah! İnsanoğlunu kandırmak ne kolay! Ne çabuk zanneder sadece bakarak pay aldığına, hepsini yiyemeyeceği ekmeğin kokusunu alarak doyduğuna ve hiç yatamayacağı güzel kadınları hayalinde soymaya... Ah! O muhtarlar ne çok anlatacaklar gördüklerini dostlarına ve ne çok övünecekler iştahla yalanmalarıyla.

    Krallar insanın kötü yarısını iyi bilirler. Krallar insanın o kötü, o çürük, o zavallı yarısıyla düşüp kalkar, o yarı ile iş tutarlar. Saraylar insan kalbinin o berbat yarısı üzerine çatılırlar. O kötü yarı, oğlan ve kız çocuklarının cesetleri o sarayın bahçesinden çıksa bile sarayın zulmüne inanmak istemezler. Kral da bilir bunu: İnsanın zavallı yarısının, kazanacağından emin olmadığı bir kavgaya girmekte ne tembel olduğunu... Krallar insanın yumuşak karnında eğleşirler.

    Şimdi “hoşnutsuzluğumuzun kışı” geliyor, o ünlü oyuncu şairin dediği gibi. Kralların gelip kralların gittiğini, insanın iyi ve kötü yarısının hiç değişmediğini, maalesef değişmeyeceğini bilen şairin biri. O, kılıçla gelenin kılıçla gittiğini bilirdi. Bu sebeple, en güçlü kralın savaş alanında “Bir at! Bir at için bütün krallığım!” diyerek yalvardığını hayal etmişti. Ama bak, hayal etmişti!

    Bugün de bir çok kişi hayal ediyor, güçlü bir kralın, hepimizin “adı lazım değil” diyerek adını anmaktan bile korktuğu o birinin, günün birinde, bir ata muhtaç olacağını. “Bir at! Bir at!” diye bu yangın yerinde avuç açacağını. Ama hayaldir bu, insanın iyi yanına dair inançlı, inatçı, inadına bir hayal! Fakat şunu da biliyoruz: İnsanın kötü yanı üzerinde saraylar inşa edenler kadar uzundur tarihi insanın iyi yanına inanıp şiirler yazanların.

    İnsanlık tarihinin en son sahnesinde kavgayı kimin kazanacağını bilmiyoruz elbette. Kıyametten evvel kim dikecek yerkürenin üzerine bayrağını, söyleyemeyiz. Biz bitince, uzayın karanlığında sönünce, birileri gelip bizim hikayemizi merak edecek mi, onu bile bilmiyoruz hatta. Kimin bir at için yalvaracağından asla emin olamayız bu savaşta. Ama kimin kazanacağını da umursamaz şairlerin tarafını tutanlar. Ah! Şairlerin tarafını tutanlar! Tek tesellileri iyi dostlar, şüphe duymadan atılan kahkahalar, su katılamayacak kadar küçük mutluluklar ve serçenin uçuşuyla genişleyen gökyüzü... Az şey değildir bunlar. Saraydan daha uzun sürer hikayeleri.

    Hoşnutsuzluğumuzun kışı geliyor. Yazdan daha uzun sürer kış, bilhassa üşüyenler bilir bunu.

    Ya sandığımızdan da uzun sürerse kış? Ya hiç yalvaran bir kral olmazsa “Bir at!” diye? Ya kral kaçmaz ve saray orada öylece durursa, etrafında yalananlarla birlikte? Sen nerede olacaksın o zaman? Düşün bir kere. Ömür kısa, değmez acı çekmeye diye mi düşüneceksin? Tarih uzun öte yandan. Öyle ise sen, o küfürbaz sevgili şairin Türkçe söylediği gibi “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez” mi diyeceksin?

    Bak, öfke değil. Bak, nefret de değil. Mücadele ruhu, kavganın üşüşmesi de değil, emin ol. Ama bir tiksinti büyüyor etrafta. Acılı bir şaşkınlık demişti Nazım, öyle bir şey. “Nasıl olur?!” diye bağırıyor insanlar, “Ama nasıl olur!”. Soru işaretleri giderek “Böyle olamaz” demeye gelen birer ünlem işaretine dönüşüyor. İnsanlar, bak öfke değil, nefret de değil, tiksintiyle bağırıyorlar. Duyuyorsun biliyorum.

    Biliyorum, biliyorsun, herkes biliyor: Dört temel duygusu vardır insanın. Bunlardan biri tiksintidir. Öfkeden de güçlüdür aslında, bazen sevgiden de. Öfkelendiğine yaklaşabilirsin, sevdiğine uzaklaşabilirsin ama tiksindiğini miden kaldırmaz. Sen yiyip, yalayıp yutmaya niyetlensen de miden dışarı gönderir gırtlağından bir sarsıntıyla. Tiksintiyi yenemezsin. İmrendiğinden bir kere tiksinmeye başlarsa insanlar...

    Tiksiniyor insanlar. Buna hazırla kendini: Tiksintimizin kışına...

    Hoşnutsuzluğumuzun Kışıdır Artık..

    Hoşnutsuzluğumuzun kışıdır artık...

    Ece Temelkuran

    Sarayların kapısına, evet hepsinin, “Seni sevmeyen ölsün” yazmalılar. Çünkü sarayların tek gerçeği budur. Çünkü bir yapıya “saray” adı verildikten itibaren yapının etrafında bir yaşam kurulmaya başlar.

    Soytarılar gelir uzak diyarlardan, herkes numarasını çeker büyük gayretle. Saraylar bu yüzden çok eğlencelidir. Güldürmezse ölecek soytarıların kan ter içinde kalmasıyla eğlenebilen insanlar var olabilirler içeride. Evet, ancak onlar gülebilirler insanların korkularına.

    Saray denen heyulanın dönmesi için köleler toplaşır bahçede, nereye yürüyeceklerini bulamamanın yorgunluğuyla bir yörünge arayan yıldız kırıkları gibi sallanırlar ortalıkta. Bir ekmek parçasına sevinen insanların sevinciyle memnun olanlar yönetirler işini sarayların.

    Vezirler, bilginler, ulemalar, bütün palavra bilgeliklerini, bütün o mühim ciddiyetlerini geçirip sırtlarına gelirler. Kim daha kanlı, daha şüpheli, daha korkunç bir yöntem önerirse, baş vezirliğe o seçilir. Çünkü kralların tahtları korkunun en parlak mücevherleriyle kurulur. Kim en çok kandan söz ederse en çok onun sesi duyulur tahttan.

    Saray, bir gemi batığı gibidir. Yoksul evlerin küçük hayalleri, küçük insanların büyük umutları yıkılınca hep birlikte, tek bir saray eder suyun dibinde. Bu yüzden senin benim gibi insanların sarayın kapısından girebilmek için nefesini tutması gerekir ya da bir balık kadar unutması bildiklerini. Yalan ve zulüm deryasında solungaç geliştirebilecek kadar becerikli olanlar kalabilir orada hayatta.

    Bir kere saray kurulduktan sonra yıkması güç. Çünkü korku ve tiksinti kadar hayranlık ve imrenme de yaratır saray denen nesne. Ah! İnsanoğlunu kandırmak ne kolay! Ne çabuk zanneder sadece bakarak pay aldığına, hepsini yiyemeyeceği ekmeğin kokusunu alarak doyduğuna ve hiç yatamayacağı güzel kadınları hayalinde soymaya... Ah! O muhtarlar ne çok anlatacaklar gördüklerini dostlarına ve ne çok övünecekler iştahla yalanmalarıyla.

    Krallar insanın kötü yarısını iyi bilirler. Krallar insanın o kötü, o çürük, o zavallı yarısıyla düşüp kalkar, o yarı ile iş tutarlar. Saraylar insan kalbinin o berbat yarısı üzerine çatılırlar. O kötü yarı, oğlan ve kız çocuklarının cesetleri o sarayın bahçesinden çıksa bile sarayın zulmüne inanmak istemezler. Kral da bilir bunu: İnsanın zavallı yarısının, kazanacağından emin olmadığı bir kavgaya girmekte ne tembel olduğunu... Krallar insanın yumuşak karnında eğleşirler.

    Şimdi “hoşnutsuzluğumuzun kışı” geliyor, o ünlü oyuncu şairin dediği gibi. Kralların gelip kralların gittiğini, insanın iyi ve kötü yarısının hiç değişmediğini, maalesef değişmeyeceğini bilen şairin biri. O, kılıçla gelenin kılıçla gittiğini bilirdi. Bu sebeple, en güçlü kralın savaş alanında “Bir at! Bir at için bütün krallığım!” diyerek yalvardığını hayal etmişti. Ama bak, hayal etmişti!

    Bugün de bir çok kişi hayal ediyor, güçlü bir kralın, hepimizin “adı lazım değil” diyerek adını anmaktan bile korktuğu o birinin, günün birinde, bir ata muhtaç olacağını. “Bir at! Bir at!” diye bu yangın yerinde avuç açacağını. Ama hayaldir bu, insanın iyi yanına dair inançlı, inatçı, inadına bir hayal! Fakat şunu da biliyoruz: İnsanın kötü yanı üzerinde saraylar inşa edenler kadar uzundur tarihi insanın iyi yanına inanıp şiirler yazanların.

    İnsanlık tarihinin en son sahnesinde kavgayı kimin kazanacağını bilmiyoruz elbette. Kıyametten evvel kim dikecek yerkürenin üzerine bayrağını, söyleyemeyiz. Biz bitince, uzayın karanlığında sönünce, birileri gelip bizim hikayemizi merak edecek mi, onu bile bilmiyoruz hatta. Kimin bir at için yalvaracağından asla emin olamayız bu savaşta. Ama kimin kazanacağını da umursamaz şairlerin tarafını tutanlar. Ah! Şairlerin tarafını tutanlar! Tek tesellileri iyi dostlar, şüphe duymadan atılan kahkahalar, su katılamayacak kadar küçük mutluluklar ve serçenin uçuşuyla genişleyen gökyüzü... Az şey değildir bunlar. Saraydan daha uzun sürer hikayeleri.

    Hoşnutsuzluğumuzun kışı geliyor. Yazdan daha uzun sürer kış, bilhassa üşüyenler bilir bunu.

    Ya sandığımızdan da uzun sürerse kış? Ya hiç yalvaran bir kral olmazsa “Bir at!” diye? Ya kral kaçmaz ve saray orada öylece durursa, etrafında yalananlarla birlikte? Sen nerede olacaksın o zaman? Düşün bir kere. Ömür kısa, değmez acı çekmeye diye mi düşüneceksin? Tarih uzun öte yandan. Öyle ise sen, o küfürbaz sevgili şairin Türkçe söylediği gibi “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez” mi diyeceksin?

    Bak, öfke değil. Bak, nefret de değil. Mücadele ruhu, kavganın üşüşmesi de değil, emin ol. Ama bir tiksinti büyüyor etrafta. Acılı bir şaşkınlık demişti Nazım, öyle bir şey. “Nasıl olur?!” diye bağırıyor insanlar, “Ama nasıl olur!”. Soru işaretleri giderek “Böyle olamaz” demeye gelen birer ünlem işaretine dönüşüyor. İnsanlar, bak öfke değil, nefret de değil, tiksintiyle bağırıyorlar. Duyuyorsun biliyorum.

    Biliyorum, biliyorsun, herkes biliyor: Dört temel duygusu vardır insanın. Bunlardan biri tiksintidir. Öfkeden de güçlüdür aslında, bazen sevgiden de. Öfkelendiğine yaklaşabilirsin, sevdiğine uzaklaşabilirsin ama tiksindiğini miden kaldırmaz. Sen yiyip, yalayıp yutmaya niyetlensen de miden dışarı gönderir gırtlağından bir sarsıntıyla. Tiksintiyi yenemezsin. İmrendiğinden bir kere tiksinmeye başlarsa insanlar...

    Tiksiniyor insanlar. Buna hazırla kendini: Tiksintimizin kışına...

    2016 © Ece Temelkuran. Tüm Hakları Saklıdır.
    WALKS