Some text in the modal.
Ne kestin koç, ne yedin hiç!
Ece Temelkuran
Mesela şimdi, bu olanların hiçbiri olmuyormuş mesela, diyelim ki yani, başka bir ülkeymiş burası, ne bileyim mesela Finlandiya gibi dertsiz tasasız bir yer, gerçi sorsan onlar da kahırdan bileklerini kesiyordur, ayrı konu, ama işte diyelim ki Suriye’ye bu kadar yakın Tanrı’ya bu kadar uzak değilmişiz mesela, diyelim ki yani daha talihli bir ülkenin çocuklarıymışız, hayal kuruyoruz yani, sonsuz özgürüz hayal etmekte, öyle bir ülke yani, hayallerindeki gibi bir ülke olsun en iyisi, mesela o zaman işte, sen kim olurdun?
Sen aynısın tabii, sana hayali güç, yetenek falan filan vermiyoruz, aynı böyle olduğun gibisin ama memleket başka.
Acayip şeyler!
Bi’ hafifleme oldu mu sende? Bende oluyor mesela. Görelilik kuramıyla ve Kuantum fiziğiyle ilgili bir türlü anlayamadığım şeyler var, onları anlamak istiyorum, diyelim ki. Yani memleket başka memleket olsa. İnsan-ötesi (post-human) diye bir mesele var, birileri bir yerlerde bu konuyla ilgili acayip şeyler yapıyor, biliyorum, ama tam zaman olmuyor ne yaptıklarını anlamaya. Oxford’da kürsü kurdular bununla ilgili, Amerikanya’da kim bilir neler yapıyorlardır. Birileri işte mesela, bazı ülkelerde bu dünya bitince başka dünyada nasıl yaşayacağız, insanın elinden çıkma doğa için tarihin başlangıcı nasıl olur, kurulacak uygarlığın ilkeleri neler olmalı filan diye düşünüyor, ben onları çok kıskanıyorum.
Topraksız tarım işleri var. Mısır’dan Japonya’ya, İngiltere’den ABD’ye kadar bir sürü insan bununla ilgili çalışıyor, merak ediyorum halleri nicedir. O işi de öğrenmeye zaman olmuyor hiç.
Berlin Tarih Müzesi’nde bir şey gördüm, çok acayipti. “Zamanın katmanları” diye bir iş yapmışlar. Müzenin çeşitli noktalarına çeşitli yüksekliklerde dürbün gibi görünen şeyler takmışlar. İzçine bakınca müzenin tam o noktasında on yıl önce, kırk yıl önce, elli yıl önce, yüzyıl önce neler olduğunu görüyorsun. Mesela bunu biz de, atıyorum, Taksim Meydanı’nda yapsak süper olmaz mı? Böyle bir şeyin metnini yazmak istiyorum mesela, ona da vakit olmuyor.
Otlar ve kitaplar
Otlar, en çok onları öğrenmek istiyorum. Ninem bilirdi de ben o zaman bu bilginin ne kıymetli olduğunu çok sonra öğrendim. Hangi ot neye iyi gelir, hangi ottan hangi yemek yapılır, nasıl yapılır gibi mesela. Yere bir el gibi yayılan çok dikenli bir bitki var mesela, onun dikenlerinin sütle nasıl öldürüldüğünü anlatmıştı bir kere. Bin tane daha şey biliyordu muhtemelen. Şimdi mesela Ege kıyılarında “hangi otlar nasıl yenir turu” düzenlense ne şahane olur. Ege Bölgesi florasının dünyanın en zengin florası olduğunu biliyor muydunuz mesela? Sanmam, çünkü bunu bilecek zamanımız olmuyor.
Finnegan’s Wake’in orijinalini hiçbir zaman tam okuyamadım. Yeni de Türkçe çevirisi çıktı, tefsirli (Aylak Adam Yayınları- Çev: Umur Çelikyay). Oturup okusam ne şahane olur. Ama öyle bölünmeyecek, uzun bir zaman yok. Oturup da anlamlar üzerine kafa yoracak, çağrışımları takip edecek vakit olmuyor.
Sigarayı muhakkak bırakmam lazım. Ama en çok zaman olmayan şey o. Şöyle bir haftalık bir aralık olsa canımın sıkılmayacağından emin olduğum, hemen bırakırım. Ama yok.
Şahane Arapça ve Fransızca konuşmayı çok isterdim, ikisini de hayat kurtaracak kadar biliyorum. Kahvelerde hayat kurtaracak kadar üstelik. Ama şimdi başlasam... Zaman yok...
Yarın gelmese...
Çelişkili, çatışmalı, kavgalı, bombalı, patlamalı bir ülkede yaşamak insanın zaman duygusunu tepetaklak ediyor. Zaman bir süreklilik ya da derinlik meselesi değil böyle ülkelerde. Kesintiye uğrayan, ama durmadan kesintiye uğrayan bir süre. Her “olaydan” sonra zaman boşlukları oluşuyor, zaman çizgisinde çukurlara düşülüyor. Her olaydan sonra o çukurdan çıkmak için geçirmemiz gereken belli bir süre var. “Alışmak” dediğimiz şey ise o çukura düşme ve geri çıkma becerimizin gelişmesi. Her seferinde biraz daha hızlı çıkabiliyoruz belki ama bu çukurların varlığı gerçeğini değiştirmiyor. Biz zamanı yaşamıyoruz, zamanın çukurlarında düşüp kalkmakla uğraşıyoruz.
Gelecekle ilgili algımız zaten daha beter yaralanmış durumda. Yarın, planlanan, planlanabilen bir şey değil; onu zaten biliyoruz. Ama yarının korkulan bir şey olması. Yarın denen günün başladığı sabahın ürkütücü haberlere gebe olması yarını ertelememize sebep oluyor. Şöyle bir hayat var mı, soruyorum:
“Haberleri açmayayım da, sabahtan işlerimi halledebileyim.”
Çünkü biliyorsun ki haberler günün içinde yeni bir zaman çukuru açacak ve hiçbir işini halledemeden gün bitecek. İşler o kadar önemli değil elbette ama biliyorsun ki haberlerde gördüğün şeyle ilgili de pek bir şey yapamayacaksın zaten. Sadece maruz kalacaksın. Sana biçilen ve bir türlü çıkamadığın rol de bu. Çoğumuz için böyle.
Dün diye bir yer yok
Yarın mesele olunca dün daha da iri bir mesele olarak karşımızda duruyor. Dün, geçtikçe yok olan bir zaman. Dün, bu ülkede bir yok-zaman. Topuklarımız bugünün başladığı çizgiden aşağıya, bir yok-zamanın uçurumuna, dünün yokluğuna sarkıyor. Güç bela parmak uçlarımızla bugüne tutunup kendimizi son anda yarına atıyoruz. Düşünmenin mümkün olmadığı bir zaman çizelgesi bu.
Herkes koşuyor. Koşmadığı her anda telefonuna bakan bir takım varlıklarız. Koşmadığımız zaman da koşturan bir dijital zamanın peşinde baş parmaklarımızla koşturuyoruz. Sonuç?
Ne kestin koç, ne yedin hiç!
Ne kestin koç, ne yedin hiç!
Ece Temelkuran
Mesela şimdi, bu olanların hiçbiri olmuyormuş mesela, diyelim ki yani, başka bir ülkeymiş burası, ne bileyim mesela Finlandiya gibi dertsiz tasasız bir yer, gerçi sorsan onlar da kahırdan bileklerini kesiyordur, ayrı konu, ama işte diyelim ki Suriye’ye bu kadar yakın Tanrı’ya bu kadar uzak değilmişiz mesela, diyelim ki yani daha talihli bir ülkenin çocuklarıymışız, hayal kuruyoruz yani, sonsuz özgürüz hayal etmekte, öyle bir ülke yani, hayallerindeki gibi bir ülke olsun en iyisi, mesela o zaman işte, sen kim olurdun?
Sen aynısın tabii, sana hayali güç, yetenek falan filan vermiyoruz, aynı böyle olduğun gibisin ama memleket başka.
Acayip şeyler!
Bi’ hafifleme oldu mu sende? Bende oluyor mesela. Görelilik kuramıyla ve Kuantum fiziğiyle ilgili bir türlü anlayamadığım şeyler var, onları anlamak istiyorum, diyelim ki. Yani memleket başka memleket olsa. İnsan-ötesi (post-human) diye bir mesele var, birileri bir yerlerde bu konuyla ilgili acayip şeyler yapıyor, biliyorum, ama tam zaman olmuyor ne yaptıklarını anlamaya. Oxford’da kürsü kurdular bununla ilgili, Amerikanya’da kim bilir neler yapıyorlardır. Birileri işte mesela, bazı ülkelerde bu dünya bitince başka dünyada nasıl yaşayacağız, insanın elinden çıkma doğa için tarihin başlangıcı nasıl olur, kurulacak uygarlığın ilkeleri neler olmalı filan diye düşünüyor, ben onları çok kıskanıyorum.
Topraksız tarım işleri var. Mısır’dan Japonya’ya, İngiltere’den ABD’ye kadar bir sürü insan bununla ilgili çalışıyor, merak ediyorum halleri nicedir. O işi de öğrenmeye zaman olmuyor hiç.
Berlin Tarih Müzesi’nde bir şey gördüm, çok acayipti. “Zamanın katmanları” diye bir iş yapmışlar. Müzenin çeşitli noktalarına çeşitli yüksekliklerde dürbün gibi görünen şeyler takmışlar. İzçine bakınca müzenin tam o noktasında on yıl önce, kırk yıl önce, elli yıl önce, yüzyıl önce neler olduğunu görüyorsun. Mesela bunu biz de, atıyorum, Taksim Meydanı’nda yapsak süper olmaz mı? Böyle bir şeyin metnini yazmak istiyorum mesela, ona da vakit olmuyor.
Otlar ve kitaplar
Otlar, en çok onları öğrenmek istiyorum. Ninem bilirdi de ben o zaman bu bilginin ne kıymetli olduğunu çok sonra öğrendim. Hangi ot neye iyi gelir, hangi ottan hangi yemek yapılır, nasıl yapılır gibi mesela. Yere bir el gibi yayılan çok dikenli bir bitki var mesela, onun dikenlerinin sütle nasıl öldürüldüğünü anlatmıştı bir kere. Bin tane daha şey biliyordu muhtemelen. Şimdi mesela Ege kıyılarında “hangi otlar nasıl yenir turu” düzenlense ne şahane olur. Ege Bölgesi florasının dünyanın en zengin florası olduğunu biliyor muydunuz mesela? Sanmam, çünkü bunu bilecek zamanımız olmuyor.
Finnegan’s Wake’in orijinalini hiçbir zaman tam okuyamadım. Yeni de Türkçe çevirisi çıktı, tefsirli (Aylak Adam Yayınları- Çev: Umur Çelikyay). Oturup okusam ne şahane olur. Ama öyle bölünmeyecek, uzun bir zaman yok. Oturup da anlamlar üzerine kafa yoracak, çağrışımları takip edecek vakit olmuyor.
Sigarayı muhakkak bırakmam lazım. Ama en çok zaman olmayan şey o. Şöyle bir haftalık bir aralık olsa canımın sıkılmayacağından emin olduğum, hemen bırakırım. Ama yok.
Şahane Arapça ve Fransızca konuşmayı çok isterdim, ikisini de hayat kurtaracak kadar biliyorum. Kahvelerde hayat kurtaracak kadar üstelik. Ama şimdi başlasam... Zaman yok...
Yarın gelmese...
Çelişkili, çatışmalı, kavgalı, bombalı, patlamalı bir ülkede yaşamak insanın zaman duygusunu tepetaklak ediyor. Zaman bir süreklilik ya da derinlik meselesi değil böyle ülkelerde. Kesintiye uğrayan, ama durmadan kesintiye uğrayan bir süre. Her “olaydan” sonra zaman boşlukları oluşuyor, zaman çizgisinde çukurlara düşülüyor. Her olaydan sonra o çukurdan çıkmak için geçirmemiz gereken belli bir süre var. “Alışmak” dediğimiz şey ise o çukura düşme ve geri çıkma becerimizin gelişmesi. Her seferinde biraz daha hızlı çıkabiliyoruz belki ama bu çukurların varlığı gerçeğini değiştirmiyor. Biz zamanı yaşamıyoruz, zamanın çukurlarında düşüp kalkmakla uğraşıyoruz.
Gelecekle ilgili algımız zaten daha beter yaralanmış durumda. Yarın, planlanan, planlanabilen bir şey değil; onu zaten biliyoruz. Ama yarının korkulan bir şey olması. Yarın denen günün başladığı sabahın ürkütücü haberlere gebe olması yarını ertelememize sebep oluyor. Şöyle bir hayat var mı, soruyorum:
“Haberleri açmayayım da, sabahtan işlerimi halledebileyim.”
Çünkü biliyorsun ki haberler günün içinde yeni bir zaman çukuru açacak ve hiçbir işini halledemeden gün bitecek. İşler o kadar önemli değil elbette ama biliyorsun ki haberlerde gördüğün şeyle ilgili de pek bir şey yapamayacaksın zaten. Sadece maruz kalacaksın. Sana biçilen ve bir türlü çıkamadığın rol de bu. Çoğumuz için böyle.
Dün diye bir yer yok
Yarın mesele olunca dün daha da iri bir mesele olarak karşımızda duruyor. Dün, geçtikçe yok olan bir zaman. Dün, bu ülkede bir yok-zaman. Topuklarımız bugünün başladığı çizgiden aşağıya, bir yok-zamanın uçurumuna, dünün yokluğuna sarkıyor. Güç bela parmak uçlarımızla bugüne tutunup kendimizi son anda yarına atıyoruz. Düşünmenin mümkün olmadığı bir zaman çizelgesi bu.
Herkes koşuyor. Koşmadığı her anda telefonuna bakan bir takım varlıklarız. Koşmadığımız zaman da koşturan bir dijital zamanın peşinde baş parmaklarımızla koşturuyoruz. Sonuç?
Ne kestin koç, ne yedin hiç!